İbn Haldun
İbn Haldun 14. yy. da yaşamış en büyük tarihçilerden biridir. Aynı zamanda da bir Tarih felsefecisi ve toplum bilimcisidir.
İbn Haldun 1332 yılında Tunus da doğdu. Fıkıh, Kur’an, Matematik, Mantık ve Kelam eğitimi alan İbn Haldun Tunus, Cezayir, Fas, Endülüs arasında dolaşmış toplum düzeni, insanların gelenek ve göreneklerini yaşayış biçimlerini incelemiş, toplumlar arasındaki ayrılıkları görmüş ve Tarih Felsefesine böyle gözlemci ve deneyci bir açıdan yaklaşmıştır.
Tarihsel bilginin yanlışlardan arınması amacıyla yaptığı toplumsal gözlemler sonucunda kurmuş olduğu ümran ilmiyle bugünkü sosyoloji ilminin temellerini atmıştır.Ömrünün büyük bir kısmı idari ve siyasi görevlerde geçmiştir.
1374 yılında Afrika da küçük bir kasabaya çekilerek meşhur “Mukaddime”sini yazmıştır.1383-1406 yılları arasında Mısırda kadılık yapmış 1406 yılında burada ölmüştür.
MUKADDİME
İbn Haldun’un arkasında bıraktığı en değerli eseri olan Mukaddime İbn Haldun’un el-İber adlı dünya tarihinin giriş kısmıdır. Gerek el-İber’den ve gerekse diğer yazmış olduğu eserlerden daha çok ilgi görmüş ve ayrı bir kitap olarak basılmıştır.
El-İber’in “Mukaddimesinde tarih ilminin önemine, tarih yazımında takip edilen usullerin araştırılmasına, tarihçilerin düştükleri hatalara, sahip oldukları asılsız kanaatlere ve bunların sebeplerine temas etmiş, tarih ilminin kapsamlı bir tarifini yaparak kendi tarih anlayışını ortaya koymuştur.
“Beşeri ümran ilmi” adını verdiği yeni ve özgü bir ilim dalı kurduğunu, kendisinden önce bu alanda hiç kimsenin çalışma yapmadığını ve bu ilmi kurarken kimseden faydalanmadığını belirten İbn Haldun, güttüğü amaç ve buna ulaşmak için izlediği yöntem hakkında da sağlıklı bilgiler verir.
İBN HALDUN’UN TARİH ANLAYIŞI
Eski zamanlarda tarihçilik, olayı tespit etmek veya abartı dolu bir destan name meydana getirmekten ibaretti. İbn Haldun bu yöntemi yıkmış, tarih araştırmalara için yeni bir çığır açmıştır.
İbn Haldun tarihi hükümdarların hayat hikâyelerini, maceralarını anlatmaktan ibaret görmemiş, tarihi böyle görenleri eleştirmiş, tarihi olayların doğuşuna ve gelişmesine tesir eden nedenleri tespit etmiştir. Bir felsefeci edasıyla bu işi yaparken şu iki esasa riayet etmiştir.
1. Tarihi Kaynakları Tenkit: Bu yöntem ile gerçeğe uygun olmayan asılsız rivayetler, doğru olanlardan ayırt edilmektedir. Bu hususu Mukaddime’sinde misallerle anlatmış, rivayetlerin doğruluğunu anlamanın yollarını, bizzat kendisinin kurduğu “ümran ilmi” yardımı ile göstermiştir.
2. Hadiseler arasındaki sebep- sonuç ilişkisinin tespiti: İbn Haldun’a göre tarihte esas kural, olayları sebep- sonuç bağı ile bir diğerine raptetmektedir. Bu demektir ki benzer hadiseleri benzer şartlar veya benzer şartları benzer hadiseler meydana getirmektedir.
İbn Haldun’a göre tarihin bir görünen yüzü ( zahir ) , bir de iç yüzü ( batın ) vardır ve önemli olan ikincisidir. Çünkü zahir tarihçilikte olaylar birbiriyle ilişki kurulmaksızın yüzeysel bir şekilde hikâye edilmekten ibarettir.
İbn Haldun zamanına kadar tarihçiler zahiri tarihçilik yapmışlardır. Dolayısıyla tarihçiler geçmişi eksik tanıtmış, hadiseler arasındaki sebep- sonuç ilişkisini kuramadıkları içinde olayları kopuk bir şekilde anlatmışlardır.
İbn Haldun tarihçilerin bu yanlışını görmüş, olayların görünen ( zahir ) sebeplerinden çok batın ( görünenin arkasındaki asıl soyut sebep) yönünü araştırmıştır.
• Ona göre tarihin en önemli yararı geçmişte yaşanmış olayların doğrultusunda içinde yaşanılan zamanı yönlendirmektir.
İbn Haldun’a göre ;”suyun suya benzemesinden çok hal maziye benzer.” Dolayısıyla hâlihazırda ortaya çıkan bir hadise hiçbir şekilde bağlı olduğu geçmişten ait olduğu sosyal hadiselerden ayrılamaz.
Sebebi bilmeden sonucu anlayamadığımız gibi geçmişi bilmeden de şimdiki cemiyeti bilmek imkânsızdır, “çünkü tarih hâlihazır durumun sebebi mesabesindedir”.
İNSAN
• İbn Haldun’a göre her şeyin temelinde insan vardır. Ama insan yalnız başına bir anlam ifade etmez.
• Çünkü insan tabii ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarına ihtiyaç duyduğu gibi varlığını muhafaza edebilmek için de başkalarının yardımına muhtaçtır. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu varlığını sürdürmesinin de ön şartıdır.
ASABİYET
• İnsanların bir arada yaşayabilmeleri için onları bir arada tutabilecek bir bağın olması gerekir. Bu da asabiyet bilinci ile mümkünüdür. Ancak İbn Haldun’un asabiyet anlayışı sadece asabiyetin bugünkü yaygın anlamıyla ( aynı soya mensup olmak ) sınırlı değildir. Ona göre iki tür asabiyet vardır:
1. Nesep Asabiyeti: Nesep asabiyetinden aynı soydan gelme şartı vardır. Yani nesebin esasını aynı anne babadan veya akrabadan gelen insanların normal şartlar altında diğer insanlara göre daha çok bir arada yaşamak zorunda kalmaları ve aralarında diğerlerine göre daha yoğun bir manevi bağın ortaya çıkması teşkil eder.
2. Sebep Asabiyeti: Nesep asabiyetinde aynı soydan gelme şartı varken sebep asabiyetinde böyle bir şart aranmaz. Toplumu bir arada tutan bir sebep vardır ve bu insanlar bu sebebin etrafında birleşirler. ( aralarında kan bağı bulunmayan İtalyanlar, Almanlar, Fransızlar gibi Avrupalı milletlerin Kudüs’ü kurtarmak için doğudaki Müslümanlara karşı Haçlı birliği kurmaları gibi )
ÜMRAN
Asabiyet bilinci yerleşmiş, Toplum olabilmiş gruplar sosyal hayata katkıda bulunmaya başlarlar. Dolayısıyla kendilerine has kültürlerini ( ümran ) oluşturmaya başlarlar.
İbn Haldun ümran ilmini kurarak bugünkü sosyoloji ilminin temellerini atmıştır. Ona göre tarihi olayları doğru bir şekilde anlayabilmek, yorumlayabilmek ümran ilmi ile mümkündür.
Çünkü tarih sosyal hayattan doğar ve sosyal hayata paralel olarak gelişir. İbn Haldun’un bir “ toplum bilimi” bir tür sosyoloji olarak Ümran ilmine yönelten sebep onun mevcut ve yaygın tarih yazıcılığı karşısındaki eleştirel tutumundan kaynaklandığı söylenebilir.
O, öncelikle tarihçidir ve tarihçilerin tarihsel olayları aktarırken yeterince titiz davranmadıklarını, bu olayların belgelendirilmesinde sadece daha önceki tarihçilere göndermelerde bulunmakla yetinen bir otorite yöntemine sığındıklarını belirtmektedir. Ona göre kendisinden önceki tarihçiler tekil tarihsel olayları bu olaylar arasında nedensel bir ilişki kurma çabasına girmeden kendi tekillikleriyle aktarmaktan öteye gidememişlerdir.
İbn Haldun Tarihçilerde gördüğü bu tür yanlışların çözümünü ümran ilminin eksikliğinde görmüş ve bu ilmi oluşturmuştur.
O, insan toplumunun ne olması gerektiği ile değil, ne olduğu ile ilgilenen bir “ bilim” peşindedir. Bu nedenle de o, toplumsal olayları açıklamakta gerçekçi bir yönteme başvurulmasını önermiş ve bunu “ Mukaddime”sinde uygulamıştır.
Görüldüğü gibi tarih yazıcılığını hikâye etme etkinliğinden çıkarıp onu izah etme olanağını ümran ilminde bulmuştur.
Özetle asabiyet bağı insanları birbirine bağlayarak toplumu, Toplum ise ümranı- kültürü- oluşturur.
BEDEVİLİK VE HADARİLİK
İbn Haldun gözlemleri sonucunda tespit ettiği toplumsal hayat şekilleri arasındaki ortak yanları dikkate alarak temek iki kategoriyi birbirinden ayırır. Bu ayrımı yaparken esas aldığı husus insanların geçimlerini sağlama tarzlarıdır.
Bu iki temel kategori göçebelik ( bedavet) ve yerleşikliktir. (hadaret)
Bedevilik, esasen fiziki çevrenin dunduğu imkânlar üzerine insanın herhangi bir işlem yapmadan onunla yetinmesine dayanan bir hayat tarzıdır. Bundan dolayı göçebe vermeden almayı hayatının esas ilkesi haline getirmiştir.
Göçebelik insanların birlikte yaşama şekillerinin ilk ve öncelikli şeklidir.
İbn Haldun “bedevi” ve “hadari” kavramlarını ayırmak için “zaruri”, “hacî” ve “kemalî” kavramlarını kullanır.
Zaruri, hayat kalabilmek için gerekli zorunlu ihtiyaçlarını giderilmesinden ibarettir.
Hacî zaruret arz etmeyen ancak varlığı insanı daha da raht ettirecek o an için olmasa bile gelecekte ihtiyaç duyulacak şeylerden ibarettir.
Kemalî gelecekteki ihtiyaçlarını karşılama konusunda belli bir noktaya gelmiş insanların estetik gibi kaygılarla geliştirdiği hususlardır. Bedeviler var olanlar yetinmek zorundadır. Hacî ve Kemalî ile sadece hadariler ilgilenebilir.
Bedevilerin zamanla zaruri olanı teminde bir noktaya gelip, haci olanı düşünmeye başlamaları, çevrelerini yavaş yavaş kontrol altına almaları o çevrenin sağladığı imkânları kullanmaya başlamaları anlamına gelir ki bu da yerleşik hayata geçmek demektir.
Hadari bir hayat yaşayan insanlar da toplumsal iş bölümü sonucunda ortaya çıkan raht yaşam tarzı insanların karakterlerinde önemli farklılıklar meydana getirir.
DEVLET
Oluşan toplumlar arasında da bir hakimiyet mücadelesi başlar ve sonunda en güçlü olan diğerlerine hâkim olur. Bu durum toplumsal hayatın zorunlu olarak bir otoriteyi gerektirdiği olgusu ile de örtüşür.
Çünkü toplum içerisinde düzen sağlanmadığı, insanların hak ve görevlerinin tespit edilmediği ve bunlara uyulmasını gözeten bir merci bulunmadığı takdirde toplumsal hayat devam edemez.
Bir kabile içinde iktidarı ele geçirerek iç işlerini düzene koyan asabiyet sahip olduğu güç gereği bununlar yetinmez, daha uzak kabile ve toplulukları da hâkimiyeti altına almak için uğraşır. Böylece güçlenen asabiyet daha fazla güç ve hâkimiyet talep eder. Bunun neticesinde “devlet” ve “mülk” denilen toplumsal bir varlık şekli ortaya çıkar.
DEVLETİN OLUŞ – YOKOLUŞ SÜRECİ
İbn Haldun’a göre devlet, kuruluş ve yok oluş sürecinde beş aşamadan geçer:
1. Bir devletin kuruluş devri onun ilk aşamasını teşkil eder. Devlet bu aşamada asabiyetin gayretiyle ortaya çıkar. Devlet güce, güç asabiyete bağlı olduğu için devleti kurar iradenin bir asabiyete dayanması zorunludur.
2. İkinci aşamada asabiyetin elinde olan gücün şahsileşmesi süreci başlar. Bu süreç iktidarın tek bir kişinin veya ailesinin elinde toplanmasıyla sonuçlanır. Bu aşamada iktidarı içerden tehdit eden tehlikeler bertaraf edilerek devletin istikrarı sağlanmış olur.
3. Bu aşamada sağlanan siyasi iktidarla birlikte elde edilen imkânlardan faydalanma dönemidir. Artık istikrarı tehdit eden unsurlardan arınmış olan iktidar, hem iç hem de dış tehditlere karşı kendini savunacak olan askerlere ve ülkenin imarına özel itina gösterir. Siyasi anlamda sağlanmış olan istikrar, iktisadi alanda ülkenin zengin hale gelmesiyle kendini gösterir. İbn Haldun bu hususu varlığın kemale ermesi olarak görür. Ancak varlığın kemale ermesi aynı zamanda çöküşe ve yok oluşa yönelmesi demektir.
4. Dördüncü aşamada istikrarın benimsenmesi aşamasıdır. Bu aşama da iktidarın amacı sadece mevcud olanı muhafaza edebilmektir. Bu dönemde çatışmadan uzak barış içinde yaşamak yegâne gayedir. (duraklama ) ve insanların lüks yaşama iyiden iyiye alışmaya başladığı dönemdir.
5. Beşinci ve son aşama iktidarı elinde bulunduranların onu keyfi bir şekilde kullanması aşamasıdır. Bu aşamada artık iktidarı ayakta tutan bir güç ( asabiyet) ne de bunun gerekli olduğunun farkında olan bir yönetici mevcuttur. İktidarı sağlayan güç ( asabiyet ) tesirsiz hale gelmiştir. Bireysel çıkarlar ön plana çıkmıştır. İnsanlar artık rahat yaşama, lükse alıştıkları için zorluklara karşı daha dayanıksız hale gelmişlerdir.
Başlangıçta devlet ve ümran için bir kuvvet kaynağı olan lüks ve refah onu kemiren ve sonunu hazırlayan bir süreç haline gelir. Bu durum devleti ve mülkü kurup taşıyan asabiyet aleyhinde bir gelişmeye dönüşünce artık devletin yerini diğer bir asabiyetin teşkil edeceği başka bir mülk bırakma sürecine girmesi başlar.
İbn Haldun’a göre tarih sosyal hayattan doğar. Dolayısıyla tarihin varlığı sosyal hayatın var olmasına bağlıdır. Bu nedenle bir tarihçi ilk olarak ümran ilmine ( kültür) başvurmalıdır.
Bir kültürün (ümran) oluşabilmesi için bir toplumun var olması gerekir. Bir toplumun var olabilmesi için de insanların birbirine “asabiyet” ( grup hissi” ile bağlı olmaları gerekir. Dolayısıyla ümranın varlığı da asabiyet anlayışının varlığına bağlıdır.
Tarihin “batını” yönünü ümrana ve asabiyeye göre açıklayabilmek felsefe metafiziği ile mümkündür.
Bütün bu halkaların temelinde insan vardır. İnsan olmadan ne felsefe yapılabilir, ne kültürler oluşabilir n de oluşamayan bu kültürün içinden tarihin doğması beklenebilir.
İbn Haldun 1332 yılında Tunus da doğdu. Fıkıh, Kur’an, Matematik, Mantık ve Kelam eğitimi alan İbn Haldun Tunus, Cezayir, Fas, Endülüs arasında dolaşmış toplum düzeni, insanların gelenek ve göreneklerini yaşayış biçimlerini incelemiş, toplumlar arasındaki ayrılıkları görmüş ve Tarih Felsefesine böyle gözlemci ve deneyci bir açıdan yaklaşmıştır.
Tarihsel bilginin yanlışlardan arınması amacıyla yaptığı toplumsal gözlemler sonucunda kurmuş olduğu ümran ilmiyle bugünkü sosyoloji ilminin temellerini atmıştır.Ömrünün büyük bir kısmı idari ve siyasi görevlerde geçmiştir.
1374 yılında Afrika da küçük bir kasabaya çekilerek meşhur “Mukaddime”sini yazmıştır.1383-1406 yılları arasında Mısırda kadılık yapmış 1406 yılında burada ölmüştür.
MUKADDİME
İbn Haldun’un arkasında bıraktığı en değerli eseri olan Mukaddime İbn Haldun’un el-İber adlı dünya tarihinin giriş kısmıdır. Gerek el-İber’den ve gerekse diğer yazmış olduğu eserlerden daha çok ilgi görmüş ve ayrı bir kitap olarak basılmıştır.
El-İber’in “Mukaddimesinde tarih ilminin önemine, tarih yazımında takip edilen usullerin araştırılmasına, tarihçilerin düştükleri hatalara, sahip oldukları asılsız kanaatlere ve bunların sebeplerine temas etmiş, tarih ilminin kapsamlı bir tarifini yaparak kendi tarih anlayışını ortaya koymuştur.
“Beşeri ümran ilmi” adını verdiği yeni ve özgü bir ilim dalı kurduğunu, kendisinden önce bu alanda hiç kimsenin çalışma yapmadığını ve bu ilmi kurarken kimseden faydalanmadığını belirten İbn Haldun, güttüğü amaç ve buna ulaşmak için izlediği yöntem hakkında da sağlıklı bilgiler verir.
İBN HALDUN’UN TARİH ANLAYIŞI
Eski zamanlarda tarihçilik, olayı tespit etmek veya abartı dolu bir destan name meydana getirmekten ibaretti. İbn Haldun bu yöntemi yıkmış, tarih araştırmalara için yeni bir çığır açmıştır.
İbn Haldun tarihi hükümdarların hayat hikâyelerini, maceralarını anlatmaktan ibaret görmemiş, tarihi böyle görenleri eleştirmiş, tarihi olayların doğuşuna ve gelişmesine tesir eden nedenleri tespit etmiştir. Bir felsefeci edasıyla bu işi yaparken şu iki esasa riayet etmiştir.
1. Tarihi Kaynakları Tenkit: Bu yöntem ile gerçeğe uygun olmayan asılsız rivayetler, doğru olanlardan ayırt edilmektedir. Bu hususu Mukaddime’sinde misallerle anlatmış, rivayetlerin doğruluğunu anlamanın yollarını, bizzat kendisinin kurduğu “ümran ilmi” yardımı ile göstermiştir.
2. Hadiseler arasındaki sebep- sonuç ilişkisinin tespiti: İbn Haldun’a göre tarihte esas kural, olayları sebep- sonuç bağı ile bir diğerine raptetmektedir. Bu demektir ki benzer hadiseleri benzer şartlar veya benzer şartları benzer hadiseler meydana getirmektedir.
İbn Haldun’a göre tarihin bir görünen yüzü ( zahir ) , bir de iç yüzü ( batın ) vardır ve önemli olan ikincisidir. Çünkü zahir tarihçilikte olaylar birbiriyle ilişki kurulmaksızın yüzeysel bir şekilde hikâye edilmekten ibarettir.
İbn Haldun zamanına kadar tarihçiler zahiri tarihçilik yapmışlardır. Dolayısıyla tarihçiler geçmişi eksik tanıtmış, hadiseler arasındaki sebep- sonuç ilişkisini kuramadıkları içinde olayları kopuk bir şekilde anlatmışlardır.
İbn Haldun tarihçilerin bu yanlışını görmüş, olayların görünen ( zahir ) sebeplerinden çok batın ( görünenin arkasındaki asıl soyut sebep) yönünü araştırmıştır.
• Ona göre tarihin en önemli yararı geçmişte yaşanmış olayların doğrultusunda içinde yaşanılan zamanı yönlendirmektir.
İbn Haldun’a göre ;”suyun suya benzemesinden çok hal maziye benzer.” Dolayısıyla hâlihazırda ortaya çıkan bir hadise hiçbir şekilde bağlı olduğu geçmişten ait olduğu sosyal hadiselerden ayrılamaz.
Sebebi bilmeden sonucu anlayamadığımız gibi geçmişi bilmeden de şimdiki cemiyeti bilmek imkânsızdır, “çünkü tarih hâlihazır durumun sebebi mesabesindedir”.
İNSAN
• İbn Haldun’a göre her şeyin temelinde insan vardır. Ama insan yalnız başına bir anlam ifade etmez.
• Çünkü insan tabii ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarına ihtiyaç duyduğu gibi varlığını muhafaza edebilmek için de başkalarının yardımına muhtaçtır. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu varlığını sürdürmesinin de ön şartıdır.
ASABİYET
• İnsanların bir arada yaşayabilmeleri için onları bir arada tutabilecek bir bağın olması gerekir. Bu da asabiyet bilinci ile mümkünüdür. Ancak İbn Haldun’un asabiyet anlayışı sadece asabiyetin bugünkü yaygın anlamıyla ( aynı soya mensup olmak ) sınırlı değildir. Ona göre iki tür asabiyet vardır:
1. Nesep Asabiyeti: Nesep asabiyetinden aynı soydan gelme şartı vardır. Yani nesebin esasını aynı anne babadan veya akrabadan gelen insanların normal şartlar altında diğer insanlara göre daha çok bir arada yaşamak zorunda kalmaları ve aralarında diğerlerine göre daha yoğun bir manevi bağın ortaya çıkması teşkil eder.
2. Sebep Asabiyeti: Nesep asabiyetinde aynı soydan gelme şartı varken sebep asabiyetinde böyle bir şart aranmaz. Toplumu bir arada tutan bir sebep vardır ve bu insanlar bu sebebin etrafında birleşirler. ( aralarında kan bağı bulunmayan İtalyanlar, Almanlar, Fransızlar gibi Avrupalı milletlerin Kudüs’ü kurtarmak için doğudaki Müslümanlara karşı Haçlı birliği kurmaları gibi )
ÜMRAN
Asabiyet bilinci yerleşmiş, Toplum olabilmiş gruplar sosyal hayata katkıda bulunmaya başlarlar. Dolayısıyla kendilerine has kültürlerini ( ümran ) oluşturmaya başlarlar.
İbn Haldun ümran ilmini kurarak bugünkü sosyoloji ilminin temellerini atmıştır. Ona göre tarihi olayları doğru bir şekilde anlayabilmek, yorumlayabilmek ümran ilmi ile mümkündür.
Çünkü tarih sosyal hayattan doğar ve sosyal hayata paralel olarak gelişir. İbn Haldun’un bir “ toplum bilimi” bir tür sosyoloji olarak Ümran ilmine yönelten sebep onun mevcut ve yaygın tarih yazıcılığı karşısındaki eleştirel tutumundan kaynaklandığı söylenebilir.
O, öncelikle tarihçidir ve tarihçilerin tarihsel olayları aktarırken yeterince titiz davranmadıklarını, bu olayların belgelendirilmesinde sadece daha önceki tarihçilere göndermelerde bulunmakla yetinen bir otorite yöntemine sığındıklarını belirtmektedir. Ona göre kendisinden önceki tarihçiler tekil tarihsel olayları bu olaylar arasında nedensel bir ilişki kurma çabasına girmeden kendi tekillikleriyle aktarmaktan öteye gidememişlerdir.
İbn Haldun Tarihçilerde gördüğü bu tür yanlışların çözümünü ümran ilminin eksikliğinde görmüş ve bu ilmi oluşturmuştur.
O, insan toplumunun ne olması gerektiği ile değil, ne olduğu ile ilgilenen bir “ bilim” peşindedir. Bu nedenle de o, toplumsal olayları açıklamakta gerçekçi bir yönteme başvurulmasını önermiş ve bunu “ Mukaddime”sinde uygulamıştır.
Görüldüğü gibi tarih yazıcılığını hikâye etme etkinliğinden çıkarıp onu izah etme olanağını ümran ilminde bulmuştur.
Özetle asabiyet bağı insanları birbirine bağlayarak toplumu, Toplum ise ümranı- kültürü- oluşturur.
BEDEVİLİK VE HADARİLİK
İbn Haldun gözlemleri sonucunda tespit ettiği toplumsal hayat şekilleri arasındaki ortak yanları dikkate alarak temek iki kategoriyi birbirinden ayırır. Bu ayrımı yaparken esas aldığı husus insanların geçimlerini sağlama tarzlarıdır.
Bu iki temel kategori göçebelik ( bedavet) ve yerleşikliktir. (hadaret)
Bedevilik, esasen fiziki çevrenin dunduğu imkânlar üzerine insanın herhangi bir işlem yapmadan onunla yetinmesine dayanan bir hayat tarzıdır. Bundan dolayı göçebe vermeden almayı hayatının esas ilkesi haline getirmiştir.
Göçebelik insanların birlikte yaşama şekillerinin ilk ve öncelikli şeklidir.
İbn Haldun “bedevi” ve “hadari” kavramlarını ayırmak için “zaruri”, “hacî” ve “kemalî” kavramlarını kullanır.
Zaruri, hayat kalabilmek için gerekli zorunlu ihtiyaçlarını giderilmesinden ibarettir.
Hacî zaruret arz etmeyen ancak varlığı insanı daha da raht ettirecek o an için olmasa bile gelecekte ihtiyaç duyulacak şeylerden ibarettir.
Kemalî gelecekteki ihtiyaçlarını karşılama konusunda belli bir noktaya gelmiş insanların estetik gibi kaygılarla geliştirdiği hususlardır. Bedeviler var olanlar yetinmek zorundadır. Hacî ve Kemalî ile sadece hadariler ilgilenebilir.
Bedevilerin zamanla zaruri olanı teminde bir noktaya gelip, haci olanı düşünmeye başlamaları, çevrelerini yavaş yavaş kontrol altına almaları o çevrenin sağladığı imkânları kullanmaya başlamaları anlamına gelir ki bu da yerleşik hayata geçmek demektir.
Hadari bir hayat yaşayan insanlar da toplumsal iş bölümü sonucunda ortaya çıkan raht yaşam tarzı insanların karakterlerinde önemli farklılıklar meydana getirir.
DEVLET
Oluşan toplumlar arasında da bir hakimiyet mücadelesi başlar ve sonunda en güçlü olan diğerlerine hâkim olur. Bu durum toplumsal hayatın zorunlu olarak bir otoriteyi gerektirdiği olgusu ile de örtüşür.
Çünkü toplum içerisinde düzen sağlanmadığı, insanların hak ve görevlerinin tespit edilmediği ve bunlara uyulmasını gözeten bir merci bulunmadığı takdirde toplumsal hayat devam edemez.
Bir kabile içinde iktidarı ele geçirerek iç işlerini düzene koyan asabiyet sahip olduğu güç gereği bununlar yetinmez, daha uzak kabile ve toplulukları da hâkimiyeti altına almak için uğraşır. Böylece güçlenen asabiyet daha fazla güç ve hâkimiyet talep eder. Bunun neticesinde “devlet” ve “mülk” denilen toplumsal bir varlık şekli ortaya çıkar.
DEVLETİN OLUŞ – YOKOLUŞ SÜRECİ
İbn Haldun’a göre devlet, kuruluş ve yok oluş sürecinde beş aşamadan geçer:
1. Bir devletin kuruluş devri onun ilk aşamasını teşkil eder. Devlet bu aşamada asabiyetin gayretiyle ortaya çıkar. Devlet güce, güç asabiyete bağlı olduğu için devleti kurar iradenin bir asabiyete dayanması zorunludur.
2. İkinci aşamada asabiyetin elinde olan gücün şahsileşmesi süreci başlar. Bu süreç iktidarın tek bir kişinin veya ailesinin elinde toplanmasıyla sonuçlanır. Bu aşamada iktidarı içerden tehdit eden tehlikeler bertaraf edilerek devletin istikrarı sağlanmış olur.
3. Bu aşamada sağlanan siyasi iktidarla birlikte elde edilen imkânlardan faydalanma dönemidir. Artık istikrarı tehdit eden unsurlardan arınmış olan iktidar, hem iç hem de dış tehditlere karşı kendini savunacak olan askerlere ve ülkenin imarına özel itina gösterir. Siyasi anlamda sağlanmış olan istikrar, iktisadi alanda ülkenin zengin hale gelmesiyle kendini gösterir. İbn Haldun bu hususu varlığın kemale ermesi olarak görür. Ancak varlığın kemale ermesi aynı zamanda çöküşe ve yok oluşa yönelmesi demektir.
4. Dördüncü aşamada istikrarın benimsenmesi aşamasıdır. Bu aşama da iktidarın amacı sadece mevcud olanı muhafaza edebilmektir. Bu dönemde çatışmadan uzak barış içinde yaşamak yegâne gayedir. (duraklama ) ve insanların lüks yaşama iyiden iyiye alışmaya başladığı dönemdir.
5. Beşinci ve son aşama iktidarı elinde bulunduranların onu keyfi bir şekilde kullanması aşamasıdır. Bu aşamada artık iktidarı ayakta tutan bir güç ( asabiyet) ne de bunun gerekli olduğunun farkında olan bir yönetici mevcuttur. İktidarı sağlayan güç ( asabiyet ) tesirsiz hale gelmiştir. Bireysel çıkarlar ön plana çıkmıştır. İnsanlar artık rahat yaşama, lükse alıştıkları için zorluklara karşı daha dayanıksız hale gelmişlerdir.
Başlangıçta devlet ve ümran için bir kuvvet kaynağı olan lüks ve refah onu kemiren ve sonunu hazırlayan bir süreç haline gelir. Bu durum devleti ve mülkü kurup taşıyan asabiyet aleyhinde bir gelişmeye dönüşünce artık devletin yerini diğer bir asabiyetin teşkil edeceği başka bir mülk bırakma sürecine girmesi başlar.
İbn Haldun’a göre tarih sosyal hayattan doğar. Dolayısıyla tarihin varlığı sosyal hayatın var olmasına bağlıdır. Bu nedenle bir tarihçi ilk olarak ümran ilmine ( kültür) başvurmalıdır.
Bir kültürün (ümran) oluşabilmesi için bir toplumun var olması gerekir. Bir toplumun var olabilmesi için de insanların birbirine “asabiyet” ( grup hissi” ile bağlı olmaları gerekir. Dolayısıyla ümranın varlığı da asabiyet anlayışının varlığına bağlıdır.
Tarihin “batını” yönünü ümrana ve asabiyeye göre açıklayabilmek felsefe metafiziği ile mümkündür.
Bütün bu halkaların temelinde insan vardır. İnsan olmadan ne felsefe yapılabilir, ne kültürler oluşabilir n de oluşamayan bu kültürün içinden tarihin doğması beklenebilir.
Müslüman Bilim Adamları
- ABBAS b. FİRNÂS
- ABDURRAHMAN es-SÛFÎ
- Abdus Salam
- ABDÜLAZİZ EFENDİ, Hekimbaşı
- ABDÜLHAMÎD b. VÂSİ‘ b. TÜRK
- Ahmed b. Musa
- ALİ b. ÎSÂ el-KEHHÂL
- ALİ b. ÎSÂ el-USTURLÂBÎ
- Ali b. Rıdvan
- Ali Kuşçu
- Ali Münşî
- Aydınlı Hacı Paşa
- Battanî
- Behmenyâr
- Belazüri
- BELHÎ, Ali b. Ahmed
- Bîrûnî
- Buhari
- Bursalı Kadızade Rumi
- Câbir b. Hayyân
- Ebu el-Fida
- Ebu Hanife Dineveri
- ebu Ubeyd el Bekrî
- EBÜ’l-VEFÂ el-BÛZCÂNÎ
- Fadlan
- FERGĀNÎ
- Gelenbevi İsmail Efendi
- Gerdîzî
- Gıyaseddin Cemşid (Kaşi)
- Harezmi